Ateşe Aşık Yusufçuk
  Bir varmış... Hiçbir zaman yok olmamış Bir rüyanın kıyısında yaşarmış Küçücük bir yusufçuk. Ne bir yuvaya aitmiş Ne de toprağın adına yazılmış Sadece göğe bakan, Geceyle konuşan bir ruhtan ibaretmiş.
  Rüzgârla dost, Ay ışığıyla kardeş, Karanlıkla barışık… Ama bir gün Hiç bilmediği bir titreşim dokunmuş kanatlarına. Uzakta bir şey yanıyormuş — Ama bir çığlık gibi değil, Bir şarkı gibi… Ve yusufçuk o şarkıyı duyduğunda Sonsuzlukta kendine bir isim bulmuş:
  "Aşık."
  Süzülmeye başlamış, Karanlığı yararak Yıldızları arkasında bırakarak Ve ne zaman o ışığa yaklaştıysa Kalbi biraz daha unutmuş Korkuyu.
  O ateş, bir alevden fazlaymış: Sanki zamanın kendisiymiş. Kıvılcımlar, eski tanrıların fısıltıları gibi Dönüyormuş gökyüzünde. Ateş konuşmuyormuş — Ama yusufçuk onu anlıyormuş. Çünkü aşk bazen bir kelime değil, Bir yanış biçimidir.
  “Gel,” demiş ateş, “Yaklaş, yaklaştıkça Kendini bulacaksın bende.” Ve yusufçuk Ne olduğunu bilmeden Dönmeye başlamış etrafında. Bir daire, bir halka, Bir sonsuzluk sembolü gibi.
  Dans ettikçe Eski hayatı silinmiş gözlerinden. Kim olduğunu unutmuş, Neden yaşadığını da. Sadece ona dönüşmek istemiş: Alevin kendisine.
  Ve bir gece, Birden karar vermiş: Bu sadece bir aşk değilmiş. Bu bir ibadetmiş. Aşık olmak yetmezmiş, Yok olmak gerekirmiş.
  Kendini bıraktığında Ateş ağlamış. Çünkü her seven, Er ya da geç Kaybetmeyi öğrenirmiş.
  Ama yusufçuk yanmamış. O gece Küller arasında bir yıldız doğmuş. Ve göğe her bakıldığında Süzülüp geçen o parıltı İşte onun iziymiş.
  Ateşe aşık olan yusufçuk Bir efsaneye dönüşmüş: Aşık olanlar fısıldarmış adını, Yanmaktan korkanlar Geceleri onun şarkısını duyarmış.
  |